31 Ağustos 2010 Salı

allahım sana geliyorum

bu başlıktaki lafı ben çok severim. gerçi arada bir "vaay allah dedi, 5 şartı yerine getirdin mi" bikibiki yapanlar da oluyor ama azlar o yüzden günlük dilim ve ben burdayız. hakikaten bazen, açtım kollarımı geliyorum.

çevre bakanımız kabinedeki favorim. hepsine kızabiliriz ama bi noktadan sonra kızmanın acımaya döndüğü kişi kendisi. ben mi içleniyorum bilemiyorum; ama "yazık lan, rezil oluyor" diye bir bulut doluyor içime.

1) tarkan, ihtisas alanı olmadığı için allianoi hakkında konuşmamalıymış.
2) DSİ kökenli bir çevre bakanı olarak, ihtisas alanı olmadığı halde "Allianoi yok, ispatladım" diyebiliyor. hem arkeoloji hem de trt'ye yetiyor. tutarsızlıkta on kaplan gücü, en sevdiğim şey.
3) demokratik ülkelerde, garabet politikalara itiraz hakkının ihtisasa bağlı olmadığı gerçeği yüzünden, 12 eylülde 71 milyonluk ülke ihtisas dışı bir alanda oy kullanacak; ama bakan bey "sadece anayasa hukukçuları kullansın" demiyor. çünkü demokrasiyi işimize gelince seviyor, evimizde besliyoruz.
4) ihtisas  diye tutturduk diyelim. peki. ihtisas alanı olan bilirkişiler "yapmayın" deyince de, ihtisas fazlasından o bilirkişi raporları deliniyor sanırım. o kadar da demedik yani. bil bil nereye kadar. sizi dinleyecek değiliz.
4) allianoi diye bi yer yok orası paşa ılıcası. pergamon da yok, orası bergama. smyrna da yok hatta, orası izmir. bilmiyordunuz öğrendiniz.
5) allianoi yok ise, ben ve narsis hanım serap görmüşüz. bizi oraya götüren taksici amca da küçüklüğünden beri serap görüyormuş. kültür bakanlığı da görmüş hatta. yokmuş öyle bi şi. orda bi tane heykel çıkmış, bu orayı allianoi yapmaz. allianoi olmak için, 12 sütun, 3 heykel, 7 de mezar gerekir, siz bilmezsiniz veysel bey bilir.

bu konuyla ilgili  okuduğum en doğru yorum: "debil nihilizmi".
bugün en çok buna güldüm. içim kasılarak. çok beter be blog. sahiden. isle kaplanıyorum sinirden.

simit

yollarlar sonrası sabah 7.10'da ofise gelmeyi sevmiyorum. kimse sevmez zaten, o yüzden çok üstünde durmuyorum. ankaraya gidince hep ıvır zıvır bi şiler atıyorum çantama. bolca da kitap. okuduğum kitabı götürüp onun yerine yeni bi taneye başlayıp sonra ikisiyle birden eve dönüyorum. eskiden aynı anda birkaç kitap okurdum, artık resmen beynim almıyor. hem sanırım, bi acelem de yok. aceleden yapılmadığının farkındayım da ben hayat yavaşlatma eylemindeyim bi süredir, ondan. bakınız ofis yavaşlamıyor, anca kitaplar. olsun varsın.

geleceğe dönüş: birileri çevresel soykırımlardan filan bahsediyor, terimler türetiyor filan. bizse çöpümüzü sit alanına döküyoruz. böyle basit bir gündem farkı. b destek vermeyi geçtim, gündem çeşitlliliği. yediğimiz şey miyiz bilmiyorum ama kesinlikle konuştuğumuz şeyiz. ben bu ara sadece çevre politikalarına gömüldüm, başka şeyle ilgilenmiyorum. arkadaşım tezini yazdığı çiftçi intiharları konusunda hala çalışabiliyor ve inanır mısınız, o intiharlar hala sürüyor. dünyanın bir yerinde çiftçiler, artık yeter diyerek ölüyor. çok mu uzak, çok mu yetersiz? ölüm haberlerinde sayaçların ötesine bakmak lazımdır belki.

bu arada  astral alemler mi nanik yapıyor bilinçaltım mı sürçtü bilemiyorum ama, sahiden heyheylerim üstümde, tüm düzenim bozuluyor, 1 ay öteyi bilemezken 1 yıl öteyi öngörmem lazım ve allah kahretsin ki ben birinden yardım isteyeceğime kendim halledene kadar debelenirim, daha iyi. onlar yardım etmek istese bile. dırdır ederim, bikbik kafa ütülerim; ama kendim çözerim. ben düğüm etmesem de; sadece kendime hesap veririm en azından. sonra işte allahtan insan sevgilisine sığınabiliyor, nefes alıp verme hızı düşüyor ve panik panik haller bi an için rahatlıyor. çözülemese bile, boğmuyor. yine de yokuş aşağı koşarken bi çığ tarafından kovalanıyormuş gibi hissediyorum, elimde değil.

istanbulun 3 hafta önceki hali gibi basık ve boğucuyum. yağamıyorum, çatliycam.

evet ve hayır kelimelerinden soğudum. bence esas mesele: daima. bazı şeyler HEP var. değişmiyor.
zaten iki ters bi düzün karşılığı da haraşo değilmiş. pof.
17 lira yurtdışı çıkış gaspı ödemem lazım bi bankaya. ciddiler bu konuda.
ekmeğe ve simite %40 zam geliyormuş.asgari ücreti başka bi şiyle ölçmeleri gerekecek.
bi de vardar ovası türküsünün en çok "al topuklu beyaz kızlar" kısmını severim ben. heidi gibi bi şi heralde.
saçar saçması cümleler. sıkıldım kendimden, susuyorum.

29 Ağustos 2010 Pazar

damga

iki ters bir düzün adı haraşo muydu? rusça bi kelime.
ondan oldum ben. kocaman, upuzuuun haroşa bir atkı gibiyim. bu sıcakta dolanmış vaziyetteyim. üstelik örgü bitemiyor, yün topları düğüm olmuş.

düğüm düğüm düğüm. tek düşündüğüm bu. kocccaaaman bir gemici düğümüne geçirilmiş 2 kocaman şiş, arka fonda da davudi bir ses "iki teerss... bir düüüüz" diye haykırıyor. böyle sahneler var aklımda, zorlasam kabus bile olabilir, elimde şişlerle debelenerek uyanırım filan. bilmiyorum, belirsiz, düğüm, haraşo. hep aynı kelimeler.

ben neyi yanlış yapıyorum bir anlasam. işimin rast gitmesi için tam olarak ne yapmam gerekiyor, bi çözsem. iki ters ve sahiden sonra bi düz. veya iki düz bi ters. eksiyle eksi artı yapıyor biliyorum da artıyla artının eksi yapması halinden bahsediyorum.  kimseye de kızamıyorum, kendim dahil. yok yok, kendime kızıyorum azıcık; bildiklerimi görmekten vazgeçtiğim anlarda. ben bu "aa bi yıl sonra ne olacağım süpliiis" hallerinden bir çıksam. birazcık. çıkmıyorsam da tam dibine filan gömülsem bari, böyle arafta kalmasam. ayh aaayyhh.

defne ve bavulları hazırlar. her şey hazır. takla atmadığım zamanlarda işe yarayıp yardım ediyorum.

27 Ağustos 2010 Cuma

yedi

allianoi fotoğrafları gördüm, yeni fotoğraflar. her yer, her nokta daha da bir yosunlara teslim olmuş. çünkü allianoi bok kokuyordu. çünkü kanalizasyon sızıntısı mı, döküntüsü mü bilemem, o tarihi hamamların içine içine akıyordu. çünkü insan orayı gezerken, zaten acilen yardıma, temizliğe, bi kendine gelmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyor. sonra birileri çıkıp kumla kapatıcaz diyor. kum yahu kum.

 narsis hanımla gittiğimiz zamanlar geri sayım vardı, geldi gelecek denen suları bekliyordu allianoi. tüm tabelaları sökmüşlerdi biliyo musunuz, öyle heveslilerdi gömülmesine. o kadar eminlerdi boğulacağına. tek bir yazı bile yoktu. sonra o kararların hepsi iptal edildi. hukuk diyor ki allianoi  gömülemez. hukuk ve işin ehli bilirkişiler "şaka mı yapıyosunuz, bizi mi deniyosunuz" kıvamı bi raporla abese abes dediler. allianoi, hukuğun, kamu yararının, tarihin, çevrenin davasıydı, kazanıldı ve hiçe sayılıyor. dün kültür ve turizm bakanlığı önünde yapılan protestonun fotoğrafında yedi kişi var. yedi.  ben o yedi kişiye mi teşekkür edeyim, halimize mi ağlayayım bilmiyorum. çevreci tipler.

sinirden dişim kamaşıyor.

ben bu gece yollar dolusu ankara. yola çıkmak hep iyi hissettiriyor, ankara bile olsa. bugün çok uzun, çok yorgun, çok yorucu, bitmek bilmeyen bir gündü. baktım o bitmiyor, günü  terketmeye karar verdim. yok yahu, biletim zaten hazırdı ama olsun.

bu blogla ilgili size bir sır: ismini bi nefeste koyarken çok da üstünde durmamıştım ama her açışımda bana güç veriyor ve ben farkında olmadan kendime iyi gelecek bi şi yapmış olmamı seviyorum. aslında zor değil. elini omzuma koyup fısıldayan eski bir arkadaş gibi, hani sizi sizden iyi tanıyan cinsten.

bugün... hadi bit.

26 Ağustos 2010 Perşembe

allianoi

allianoi o kadar zarifti ki gezerken bile insanın kulağına "üzülme tatlım, bana kıyamazlar, içleri el vermez" diyordu.
böyle hani çok alımlı, bir zamanlar zengin ama şimdi düşkün bir leydi / kontes / düşes gibi.
halbuki onu canlı canlı gömebileceklerini bilemedi.

24 Ağustos 2010 Salı

börekçi

merhaba blog.
en güzel elbiseleri hep jelatin giyiyor ve o elbiseler en çok ona yakışıyor. sahiden yani, jelatin elbisesi diye bir şey, bir jelatin hanım silüeti var. ben kendisini pek severim. ayrıca en güzel "şarap içiyoruz di mi"yi de o söyler. şöyle ki jelatin hanım bu cümleyi kurmaz bile; verili durum kabulüyle bakar. öyle işte. bu da böyle bir güzelleme olsun.

bu havaların en güzel yanı, gün batımı. gün uzun uzun veda ediyor, hava turuncu-pembe. mis. resmen eylül geliyor, ondan da olabilir.eylül bence böyle zeytinyağı renklerinde, ama bi yandan da gri-mavi bir ay.

sonra bugün: yüzdeyüzvişnesuyu. sahiden kimi insanlar su gibi, içmelik. tuhaf bi tarif ama, öyle işte.

geçen gün kapı çalmış, komşunun çocukları: "demin apartmana giren abi burda mı?". hıı evet burdaymış. "bize sakız vericekti, hadi versin!". çocuklar ne güzel ve böyle dangadanak net şeyler di mi? bence harika. "çıkarken verecekmiş". "tamam, bekleriz!". pata pata alt kata koşarak iniş.

onun dışında  renkli dergi kapaklarına karşı zaafım var, erken kalkıp ofise erkenden gidiyorum ve az buçuk rötarlı çıkıyorum, bitmiyor bitemiyor, canım sıkılıyor, özlüyorum. ayrıca, ne fena ki bence dert yandığım herkese o söz konusu dertlerimi gaz ve toz bulutu olarak yayıyorum. istemeden oluyor ama, şu sivrisinek ilaçlama kamyonetleri gibi, püskürtüyorum mütemadiyen. geçecek geçecek. hoş, geçmese de şaşmam, ben böyleyim. şükürcü değil daimi şikayetçi. yaşlandığımda kaçın. güzel şeyler anlatamıyorum ben, anlatabilenlere ise şaşarak hayran kalıyorum. sahiden yani, maksat kendimi bilmek. ben az buçuk dırdır vırvır biriyim. peh.

insanın gözünün içi parlamalı. bu haftaki dersimiz bu.
başka türlüsü tatsız sahiden, üzgünüm monşer.
böyleyken böyle.

22 Ağustos 2010 Pazar

pazort

nasıl oluyor bilmiyorum ama odam elmalı nargile kokuyor. fena da olmadı gerçi.
mahallede düğün var, davul zurna yaklaşıyor. ramazan davulu kullanmayan bir mahalle olduğumuzdan, davulcu düğüne tahsis edilmiş. zurna ne tuhaf şey di mi? sesi yani. vızıltı gibi, ama iniş çıkışları da var.

annem hayatımın en büyük bilmecesi. ne zaman anlayamasam, "nasıl olsa benim düşünebildiğim noktanın 3-5 adım ilerisini düşünmüştür" gibi bir varsayımla kendimi rahatlatıyorum. çünkü anneler bunu yapabilen müthiş yaratıklardır. benim en tükendiğimi, her şeyin tıkandığını düşündüğüm noktada, o rahattır ve rahatlatır. yine öyleymiş olsun blog. yoksa düğüm olucam ve hiç hazır değilim. üstelik anne düğümü çözmesi imkansız bi şiymiş gibi geliyor kulağa.

çok yürüdüm, çok dolaştım bugün. yaparım dediğim şeyleri yapmadım. istanbul modern'e gittim, üşüyene kadar dolandım, sevdiğim resimlerin önünde oturdum kaldım. neyin nerde olduğunu bilerek gezmek güzel. cehennemim'in reprodüksiyonunu aldım, eve gelince pek sevmedim; ama duvarım sever bence.  sonra yoruldum, geziyi kısa kestim, aylar aylar sonra, bol sütlü bi kahve içtim.

bi de hani şu kısa ve öz "ressamı tanıyalım" kitapları var ya, onların türk ressamları için olanlarını istedim. velasquez var ama komet yok mesela. komet, bedri rahmi, fikret mualla, f.zeid, nejad devrim, ergin inan, devrim erbil, abidin dino vs vs böyle upuzuuun bi listeyi, güzeeel bir dizi kitap haline getirseler keşke; renkli, kuşe kağıda, ortalama 50 sayfa, hem biyografik hem de bol referanslı filan. yani ben yok diye biliyorum, varsa bilen söylesin. picasso ve dali takvimleri artık klişe bulunacak kadar her yerdeyken, türk ressamlara dair hiçbir şey yok. aynı şekilde, türk resim akımları da olabilir mesela ve heykeltraşlar. olmaması ayıp. diyorum ya, varsa bilen söylesin.


sabah odama turuncu, dev bi kelebek girdi. üstü siyah puantiyeli. aaaa zılgıt -düğün alayı burda (pencereye gidiş- geliş). galiba kına filan. yürüyerek bütün mahalleyi dolaşıyolar, gayet ağır ağır. pullu payetli mendiller de olmasa, pek bi süs yok. herkesin elinde paketler, sanki öndeki davul ve zurnanın onlarla hiçbi ilgisi yokmuş gibi, yürüyolar. pembe renkli saten elbiseyi giyen ufak kız hariç - o en mutlu ve gururlu olan, o bi prenses. eteği de yerlere kadar. gelin kim damat kim, belli olmuyor; bence en güzeli de bu - gösteriş değil, kutlama alayı.

tabii  has şehirli dostlarımız, "ıyy zurna mı ne banel, ıy ama çocuğu uyuyan var, yaşlısı var hastası var, çekmek zorunda mıyım?" diyor olabilir. evet kimi zaman bunu diyoruz. modern zamanlarda biz tekil tekil bireyler olarak maalesef toplu halde yaşıyoruz, buna katlanamıyoruz ve "kalabalıklar içinde yalnız" olmaktan başka bildiğimiz bir halt yok, o kalabalığa karışma fikri de banel geliyor. gerçi istanbullu düğünü denen şey de pek sessiz bir şey değil ama olsun, bazıları daha eşit. 200 havaifişek patlatacak bütçeyle zurnayı bir tutmamalıyım. asil kanlarımız ve mavi damarlarımız meselesi: kimileri fazla esmer kalıyor; esmer olmasalar bile. ama saat 7, günlerden pazar. bu kadar da uyuz olmamak gerekiyor. çimde mi yürürsünüz ne yaparsınız bilemem ama burnunuzdan azıcık kıl aldırın. bak, bitti bile, azıcık sürdü. mutlular ve duyuruyolar. kutlamalar filan, şu iğrenç gri rutin içinde güzel bir şey. sizi zorla halaya katmadıklarına göre, susunuz. kimseniz artık, bilemiyorum.

pattis-soan kamyonları da mesela, mutlu şeylerdir bence. " sizin için özenle soyulmuş ve dilimlenmiş ve tuzlanmış ve poşetlenmiş süpermarket patatesi" dışında bi şidir en azından. enginar soyan amcalar da öyle. bana lazımlar, enginar sevmesem bile lazımlar.

bi de çok beğendiğim bi çiçek vardı, türkçesini bilmediğim. gündüzsefasıymış. akşamsefası küçükken sihir gibi bir şeydi benim için, güneş batınca hop diye renk renk açılırdı. kardeşiyle tanışmışım gibi sevindim. sefa da güzel kelime zaten. sefa ve cefa, çevirilemeyenlerden.

böyleyken böyle. bugünün bana fazla uzun gelmesinin sebepleri var tabii.
tekrar olacak ama: kuş tüylü vazomu çok seviyorum.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

sinir harbi

sinirliyim. uzun yazıcam. daha da yazabilirim, kırptım.

istanbul boğazı bir gün yükselip dalgalarıyla dövecek bizi, "kardeşlerimi rahat bırakın, onlar daha küçücükler" diye. işte o zaman HESlerle can suyu çalınan ırmaklar, "sinek yapıyor" diye kurutulan sulak alanlar, sanayi atıklarıyla kirlenen yeraltı suları kurtulacak. koşup sarılacaklar ablalarına. romantizm filan yapmıyorum: olacak.

ben olsam yapardım çünkü. kardeşimi düşünüyorum mesela, o yüzden hiç beklenmedik bi şekilde, "doğa ana"dan önce, "boğaz abla" vuracak gibi geliyor. tüm kudretleriyle yaşarken, salınırken, süzülürken, boğaz kenarında ev alıp, boğaz kenarında yemek yiyip, boğazın kıçının dibinden ayrılmayan paragözler tarafından kurutuldular. o denize ah çok bi düşkün cahillere laf anlatılamadı. o yüzden, ülke genelinde tüm endemik türleri, en koyu yeşilleri katledip sonra "ay ışığı Boğaz'ı ne güzel aydınlatıyor di mi aşkitom" diyen densizleri, anca Boğaz'ın gri-laci suları altedebilir. dalgalandıkça kararır ya hani, öyle. niye dönüp dolaşıp ona bel bağlıyorum bilemesem de, güveniyorum.

HESler için hep "fransa yapıyo, almanya yapıyo"  filan deniyor. "hani nerde, varsa da böyle mi?" demiyorum, o detayları geçtim. bu kıyaslama hevesi de liberal ekonominin yarattığı, her şeyin kıyaslanabilir olduğu yanılsamasından geliyor- kızamıyorum bile, acıma denebilir daha çok. ben size özetleyeyim: türkiye'de 3 bin tane endemik tür var. avrupanın ekolojik çeşitlilikte 2. ülkesiyiz. o HES yaptığı iddia edilen ülkelerde ise sayı ortalama üç yüzlerde. haliyle bi zahmet, en az 10 katı özen göstermek gerekiyor. doğru şeyleri kıyaslayın, canımı yiyin. ha derseniz ki deniz sadece boklu türkmükü, göl sadece büyükçekememece, hayvan sadece kedi-köpektir, tamam. bitki olarak da kaktüs kemirirsiniz. hırrr.

 *

AİHM'ye yapılan dink davası savunması için tüm bakanlar "ay yok o kadar da demeseydik keşke"vari tüh tühlendi ya, hakikaten sadece baktıklarını bir kez daha anladık. bu beyanlar filan aslında tek bir anlama geliyor: adamlar AİHM'ne yapılacak savunmayı okumamışlar bile, bihaberler, basından izliyorlar. evet, okumaları gerekirdi. bi zahmet, müdahil olmaları gerekirdi; ama dahiliyet, verdiğiniz önemle, gösterdiğiniz özenle ilgili bir şey böyle zamanlarda en sinirimi bozan şey, edilgen, kimin ne olduğu belirsiz laflar. "evet, dink korunamadı". doğrusu şu: koruyamadıK. "biz". yani evet, aynı hükümet, bi zahmet, o kadarcık, üstünüze alının bari. kötü cinler gelip sizin koruma kalkanınızı delmediler. ayrıca mesele korumak değil, hedef haline getirmemekti. "gereği yapılmamış" değil yani: gereğini yapmaDIK. azıcık dürüst olun, tırsıp saklanmayın ya. edilgen cümleler kadar sinir bozucu bi şi yok.

içim kasılıyor içim. bi de utanmadan çıkıp "şimdi bu ifadeyi de geri çekemeyiz" filan diyolar. insanın azıcık utanması olur yahu. böyle "tüh leen, rezil olduk" seviyesizliğinden bahsetmiyorum. her gece rüyanıza rakel dink girer umarım. abdi ipekçinin kanlı gömleği üzerinden döktüğünüz suni gözyaşlarıyla boğulursunuz.

yok yok, utanma sahiden yok. duracağı yeri bilememek, gündem maddelerini birbirinden bağımsız çekmeceler olarak görmek filan, kronik sorun. tamamı sahne ışıklarıyla başı dönen, taze şarkıcılar gibi. bakınız başbakan yardımcımız buyurmuş: sünnetsiz pkklılar çok şey açıklıyor. dıdıddııdııı! zaten ermeni dölüydü apo. taşlar yerine oturdu sayın çiçek. saniyenin bir bölü bini kadar bir süre hrant'a içlendiniz, kaldığınız yerden devam. çünkü o dündü, di mi? manşetler kadar hızlı değişmeli her şey.

bi şi diym mi, cehennem benim kurguladığım gibi bi yerse, gerçekten anca o zaman inanabilirim. mesela bu adamların sonsuz bir susuzluğa mahkum olup sadece ve sürekli tuzlu su içmesi gerekiyor; boğazlarına kadar gelen bir gözyaşı denizi. adsız kadınların ve ölü adamların gözyaşlarından oluşan bir deniz.

hop değiştir:
ha bir de salmonella paniği filan diyor gazete... daha neler olacak. o yumurtaların, tavukların geldiği koşulları görünce insan ilk lokmada ölmemesine şaşıyor.doğadan bi fabrika yaratmışız, o kadar iğrenç ki.

hop değiştir:
bi de ben bugün, defneden, 18 yıldan sonra ilk kez, bir bebeğin anne karnındaki tekmesini hissettim. tuhaf büyülü güzel bi şi. gerçekten. hatta korkutucu - hareketini gözünüzle görmek mesela. orda. sizinle. yanınızda. hani utanmasanız "aa dinliyo, di mi öyle di mi di mi" filan demek.
bi de ben arter'i gezdim nihayet. kendime bravo.
bi de, özledim. naomi hanımları izleyip sonra kuşluk vakti yolcu uğurlamak yapıyor bunu.

bi de, bi de... daldan dala ajans iyi geceler diler.

19 Ağustos 2010 Perşembe

perşembe notu

bugün okumanız gereken  yegane haber.
üstelik iyi bi haber. ah yanına bi de kardeş verebiliriz.
bugün böyle.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

darya

sabah 7.45'ti. ilk kez ofise gelmeden, kuşluk vakti internete girdim. bi yandan da ütü yapıyorum, en sevdiğim sabah sporu. söyleniyorum. aylardan beri doğru düzgün haber alamadığım, sesi çıkmayan, arkadaşlarını uzaktan özlemeye dayanamadığı için görünmezleşen, bunu bildiğim için düzenli olarak dürttüğüm marisolden mail var. biricik perulum, latin ablam marisol çok aşık, çok mutlu ve nişanlı. kahve falındaki sakallı adamla. bu kısmı biliyorum zaten - söke söke aldığımız bir haber.

mail şöyle başlıyor: "düğün bu aralıkta olacaktı; ama bir yıl ertelendi". aman allah diyorum, kötü bi şi çıkmasın, nolur nolur nolur. derkeeen:

 şubatta marisol'ün bebeği oluyor!
marisol'ün bebeği kız olursa, adını darya koyacak!
"kız hissediyorum" diyor: darya garcía-blásquez inurritegui ! 
"affettin mi sessizliğimi?" diyor!

ben ağlamalı gülmeli, bir şaşkın sevincin ortasında, elimde ütüyle kalakaldım.
ispanyolca telaffuzu kolay olsun diye e'yi a yapmış. bi de açıklıyor deli! benim de beynime vurdu herhalde, "zaten farsçası öyle" diye anlatmışım uzun uzun. kaldım, kalakaldım. dondum. elimde ütüyle.
kuşlar mı öttü, güneş mi parladı bi an bilmiyorum.
tek bildiğim okyanusu yüzerek aşacak kadar mutlu olduğum. erkek olursa da hiiiç fark etmeyecek.

17 Ağustos 2010 Salı

ablalar ve kardeşleri: bir ebeveyn eğitimi öyküsü

iddiam şu: "ablalar müsveddedir, esas eser küçük kardeşlerdir."
iki kardeşin de avrupa ülkesinde yerleşik düzen kurduğu/ kuracağı iki örneği kıyaslayarak ispatliycam. hani "medeni memleketlere öğrenci olarak gitme" ortak paydasında buluşup, birbirimize bakakalıyoruz. ben hele, o kadar şaşkınım ki. sahiden vaka incelemesi. buyrun:


-1,5 ay : annemin, 22 yaşındaki kızının 1,5 yıllığına yurtdışına taşınması öncesinde ayırdığı hazırlık süresi.
-1 hafta: annemin, 18 yaşındaki kızının 4 yıllığına yurtdışına taşınması öncesinde ayırdığı hazırlık süresi.

-3 saat: vizem çıktıktan sonra pasaportu teslim alma süremiz.
-10 gün: vizesi çıktıktan sonra annemin kardeşim ve kendisi için pasaport teslim alma süresi (henüz almadılar, tatildeler).

-"kendine nasıl bakıcan, içime sinmiyor": annemin, 4 yıllık yurt deneyimi üstüne bi 1,5 yıl daha yurtta kalacak kızına söylediği şey. hatta annemin istanbuldaki  o 4 yıl boyunca "eve çıkma" isteğime temel itirazı.
-"aman ne var, alışılır, o yaşta insanlar çocuk bakıyor": annemin, anne evinden sonra ilk kez hem yalnız, hem yurtdışında hem de kendi evinde yaşayacak olan kızına söylediği şey.

-"bulunsun, lazım olur": annemin bavuluma küçük boy tava saklarken yakalanınca söylediği şey.
-"bilmem ki, heralde": annemin, kardeşimin acil ihtiyacı olan ve henüz hiç kullanmadığı için alışık olmadığı miyop gözlüğünün 1 haftada hazır olması mümkün mü diye sorduğumda söylediği şey.

-kanlı ishal ilacı : annemin tıbbi önlem olarak bavuluma yığdığı ecza dolabının bir parçası.
-20 yaş dişi filmi: kardeşimin acilen çektirmesi gereken ve annemin "3 ay sonra burda zaten" diyebildiği şey.


 daha gider bu liste. ne ben sorumsuzum ne de defne evliya. tek fark annemin deneyimle sakinleşmesi.
o bu kadar rahat olunca, resmen annemin her türlü paniğini ben devralmış durumdayım. şaşkınım, alarmdayım.
kardeşim de yatsın kalksın şükretsin, sinirleri alınmış bir anne devrettim ona.

hem o harika bir eser olacak zaten. gerçekten.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

tekloloji

teknolojiyle aram yok. tamam evet dünya değişiyor, yaşasın okulumuz filan; ama sürekli alet edevat yenileyenlere dehşetle bakıyorum. hele ki övünenler, en bi dehşet. onların adı "dayanıklı ev eşyası" olarak geçiyor genelde. izin verin dayansınlar, bu kadar hızlı tüket-at yapmaya gerek yok, lüzumsuz talep yaratıyorsunuz. zaten elektronik atık yönetmeliği henüz taslak aşamasında türkiyede, hiçbir düzenleme yok. evet söyledim bunu. organik pırasa yiyerek, pilinizi kutuya atarak çevreci olunmuyor. açın, okuyun.

neyse, herkesin keyfi bilir; ama benim ilişkim bu boyutta. demirbaşlarım var, ömürlük gözüyle bakıyorum. elektronik çöplükleri gördüm dağlarca, dehşet bir yığın. telefonlarımın hepsini parçalanıncaya kadar, kapanıp bir daha açılmayıncaya kadar kullandım. şimdiki çilekeşim de az özellikli, sürgü kapaklı ufak bi şi. model filan bilmem, anlamam. iyi değil o kadarı belki de. teknolojiyi reddetmiş değilim. ipodum var bi tane. çeviri işinden kazandığım parayla almıştım; çünkü para hediye kuponu şeklinde ödendiğinden, ya koli koli şampuan, krem ya da ipod alacaktım. laptop da var mesela bakınız, yıllara meydan okuyor. gün oldu hard diskini yaktım, dumanlı filan. nedir, dimdik ayakta hala. öldürmezseniz ölmüyor meret.

sevgili kitabım tiktakla aynı fikirdeyim: bi durmak lazım. en güzel günbatımı fotoğrafını, en alengirli mercekle çekebilmek için, en süslü tripodu almak da bir seçenek ama güneşi rahat bırakıp kızıllığa doymak lazım. benim tercihim bu yani. gözümle gördüğüm gibisini çekmeye çalışıyorsam önce bi gözümle göreyim, di mi?  annem hala dökme kurşundan hallice makinesini kullanıyor, boynuna asınca beli ağrıyor, filmini makaraya elle sarıyor filan. gördüğüm tüm makinelerden güzel görüntü elde ediyor. "ah eskiden çamaşır makineleri 20 yıl dayanırmış" ya hani, ondan. zaten az bekleseniz, vintage ayağına yine moda oluyor. böyle de komik.

elektronik ürünler ne zaman modanın parçası oldu bilmiyorum. HD ekranlar, SL kameralar filan, hıı evet, varlar. kahverengi eşyayla aynı döneme rastlıyor heralde bu modalaşma hali; "yaz geldi mobilyalarınızı değiştirin!" de ayrı bir sapıklık çünkü. bence tabii; yoksa isterseniz kışın mutlu mesut yaşadığınız alp dağ evi tarzından bohem çingene yazına geçiş yapabilirsiniz. ordan ver elini retro turuncular, ver elini viktorya dönemi varakları, seç beğen döşe. elinizdeki usb de zaten mekana uygun tasarımıyla göz dolduruyor, stilinize stil pompalıyordur eminim.buzdolabınız da renkli artık, hafif retroluğa devam. başka? aa koltuklar masalar, ekranlar mouse-padler. baştan aşağı herkes ve her şey.

ıyh yani iyh. bakınca gördüğüm tek şey, tam bir kişiselleştirme ishali. hepsi size özel ama üzgünüm coni, hepsi üretim bandı yavrusu. bi yere kadar yani.

bir üst aşaması: salondaki koltuk renklerine uygun soyut resim almak ama ressamın adını bilmemek.
kopya: pollock'tur kesin.çok renkli çalışmış hınzır, her koltuğa uyuyor. veya klimt'tir. hem yarı figüratif filan, "burda ne anlatıyo" derdi de yok.
aa gerçi bunu klimalara mı ne yaptılar şimdi, di mi?
korkunç.

15 Ağustos 2010 Pazar

ağustos 15 sonrası havalar serinler

vapur, istanbulun başına gelen en güzel şeylerden. istanbulluların da. iyi ki vapur diye bi şi var. kesinlikle o pırpır motorlar aynı hissi vermiyor. zaten martılardan iyi bilecek değiliz. iskelesi bile güzel. başlıktaki cümle ise 26 yıldır gördüğüm ve inandığım bir şey, bu sene bozulursa maya takvimini öne çekmiş olabiliriz.

bu aralar beyaz eşya laneti var evcek üzerimizde; ama hallettik galiba. tıkanan gidere elini sokmaktan iğrenmiyorum. sonra resmen çitiliyorum o eli gerçi, yağlı ve deterjanlı su - öyk. ev arkadaşım daha da soğukkanlıdır mesela bu konuda. ölümcül hastaya müdahale gibi diycem, doktorlar çıkıp "hı hı tabii" diycekler, hipokrat çarpıcak, susuyorum o yüzden.
bi de karıncalar ve hatta diğer tüm böcekler, yemekten çok suya geliyor. küvetinden karınca çıkanlar bunu iyi bilebilir. suya gelirler, çünkü suyun olduğu yerde zaten yemek vardır, zekiler yani. arılar mesela. önce su, sonra ot, böcek veya kırıntı, ne varsa onu kovalarlar. bu açıdan bakınca, el kadar karınca da istese su kenarı uygarlığı kurabilirdi ve hatta kuruyor, çok havaya girmemek lazım.
 
yaz mevsimi, giydiğini çekiştiren kadınlar mevsimi. etek, straplez bluz, v-yaka dekolte, ne olursa olsun. inatla giyile, tez çekiştirile. tuhaf bi şi. yırtmaç kovalaması da öyle. bi de şu bilek kısmı konçlu sandaletler var ya, nerden türediğini  ve ne işe yaradığını çözemediğim, bence çok çirkinler. giyenler kusura bakmasın. gladyatör sandaletlerinin istilasını yeni atlatmışken, "bileğine çamur sıçramasını istemeyen gladyatör" sandaleti için fazla yaşlıyım. rahat gibi de durmuyor. aklıma gelen tek şey, kalın bilek kamuflajı ki bu da bi tür işe yarama sayılabilir, eğer öyle bir yanı varsa daha makul görünecek bana.

logolu çantayı (hala!) dirseğine takan ve bu şekilde gezen küçük hanfendiler var. mini kot şorttur, bol t-shirttür, fönlü saçlardır, üniforma tamam. ancak, o çantalarından minik bir chihuahua-hahaha çıkana kadar maalesef ciddiye alınmayacak taklitler olarak kalacaklar. ayrıca onca çabayla o poza girmişken akbil basmak da havanızı bozuyor; ama neyse, genç nesil, he deyip geçiyoruz.

food inc izledikçe içim kasılıyor. öğrendiğim, bildiğim şeyler yeniden yeniden beynime üşüşüyor. 6 milyar insan arasından bir avuç kadarının çıkıp "bundan sonra tohum da bitki de birer üründür, telif hakkı vardır, ben ne dersem o olur" filan demesine geri kalanların itiraz etmiyor, edemiyor oluşu bence büyüleyici. kısır tohum, tarım devriminin ifade ettiği her şeyin tersi ve karanlık yüzü kadar büyüleyici. takip ettiğim, edebildiğim yegane haberler hes ve çed haberleri. çok fazlalar ama gazetelerde değiller. GDO haberleri filan da var; ama açıkçası hem uzmanı değilim, hem de GDO'ya gelene kadar, GDO'suz tohumlar ve gübreler ve ilaçlar konusunda kamuoyunun bilgi eksiği dağlar kadar, o muğlaklık beni korkutuyor.

manşetleri okuyamıyorum; ama arada kaynamasını istemediğim şeyler var. aihm'ye yapılan hrank dink savunmasını umarım ileride bir gün unutmayız. hep şunu hatırlıyorum: başbakanı kitap değil kitap özeti okuyan bir ülkeyiz biz. haliyle,  hrant'ın  ne dediğini okumak/ duymak yerine, cımbızlanmış kelimelere yüklenen anlamları üçüncü beşinci ağızdan okuyup, karara varmakta beis görmedik. şimdi de nazi demişler. nazidir o zaman. hayat acıdır, soğan acıdır, hayatımız soğan. o yüzden yani.

a belki hatta havada serbestçe süzülen kurşunların önüne de hrant atlamıştır. arkası dönükken, evet. yapar yani, pis ermeni, maksat türkiyeye bok atmak. neticede hapisanede, karakolda da işkence yok mesela, mahkumlar kendilerini duvara vuruyor. neden? yine maksat bok atmak. onun gibi bir şey. mağdurun her durumda baş suçlu olduğu, ayşe teyzeden hikmet amcaya kadar hepimizin de, suçluyu bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla, horlaya horlaya uyuduğumuz bir düzen bu. birinin kalkıp da "yok canım, mağdur suçlu değil"demesi, tonla bilinmezlik yaratacağı gibi, bir de hiç yoktan suçlu arama zahmetine sokacak bizi. kendi yapmıştır. kedidir kedi.

bir pazar gecesi, dergilerle uykuya dalmak güzel bir final. bir sürü dergilerler. rahat nefes.
daha iyisi için bkz. günün öncesi.
bir de arkeoloji müzesi gerçekten tam konserlik bir avluya sahipmiş, test edildi onaylandı.

13 Ağustos 2010 Cuma

kıranç

uzun zaman sonra hollandayla ilgili bir şey özledim; bir yer ve bir an. aynı anda konuşan 5-6 kadın, crunch'ta, o cam kenarındaki masayı kapamışız, japon işi demliklerimizden çay içiyoruz. sürekli gülüyoruz. dışarısı yağmurlu, sığınmışız. belki fotoğrafımız var diyedir; ama özledim.

crunch ne güzel cafemizdin sen. az biraz yürüsek de okula yakındın. 2.20 euroya bir çaydanlık gelirdi, yanında da güzel porselen fincan. istediğiniz aromayı denerdiniz. bi de blondie yerdim ben hep. o güzel, yoğun tadıyla, tatlı blondie. servisleri hep temiz, özenli ve inceydi. incelikler yüzünden, çok şey özleniyor.

günün çorbası vardı  mesela, dudok kadar iyi olmasa da. ciabiatta çeşitleri ve kahvaltı. ah bir de çok gurur duydukları kahve çeşitleri;  ama en çok, hepsinden çok, o çaydanlık ve fincan. kalın kazaklar, crunch'taki blondie kokusu ve uzun masada marisolün perilerini konuşmak veya ders çalışmak veya kafa dağıtmak. yağmurda sıçana dönmüşken veya akşamdan kalmışken veya makalelerle boğuşurken. tüm o uzun ve karanlık günlerde huzurluydu.

galiba den haag, birbirini tanımayan yabancıların aynı masayı paylaştığı ve topluca huşu içinde gazete okuduğu cafelere sahip olduğu için, katlanılabilir bir şehirdi. "gazete masaları" olurdu mesela dudokta. masanın ortasında, upuzuuun bir dergilik/ gazetelik. orda oturan, tek başına pazar gazetesi keyfi yapmak istediği için oturur, işini bitiren gazeteyi /dergiyi diğerine verirdi. pek bi bireysel hollandalıların, pazar günleri, fark etmeden, bir tören havasında, birlikte hareket edişini severdim ben. elimde kitap veya dergi, törene katılırdım.
ya da bana öyle gelmiş, bilmiyorum. öyle gelmiş olması iyi gelmişti.

eh bi de tabii, öğrenciydik, avareydik. 9-18 saatleri arasında sokakta olabiliyorduk canım crunch. öğrencilik, gündüz vakti sokaklara sahip olabilmekle ilgili bir şey.

crunch'ın websitesini ve hatta menüsünü buldum şimdi. 
o puntoyu görünce olmayan flamancam canlandığından, yazmasam olmazdı.

12 Ağustos 2010 Perşembe

yumak

bazı şeyleri hiçbir zaman anlamayacağım; ama bu hepimiz için geçerli. bugün sıra benimkilerde:
çiğnenen prensiplerin rahatça yutulması. sonra da sindirilmesi.

ak derken bok demeyi kastetmiyorum; ak derken bok yemeyi kastediyorum.
yine de, gururlu bir aptal olarak ölürsem gocunmam, o ayrı. en azından, bana bakınca, tutarlı olduğumu gören insanlar var etrafımda. hatta sanırım en güzeli, bundan taviz verme ihtimalimde bile bana höt diyecek insanlarla olmam.  yeri geldiğinde benim de onlara "yuh artık daha neler" diyebildiklerim. "teklif dahi edilemez" şeyin, kendimle çelişmek olduğu anlar. prensiplerinizi yemenize engel olan insanlar, sos uzatanlar değil. üstelik bu engel oluş, sevinç kelebeklerinizi taramalıyla öldürmek bile olsa, bunu yapmak.

aile/arkadaş/sevgili fark etmiyor. eğer yanınızdakiler, "tabii canım nolucak"larla bahaneler üretmek yerine, önce kendinize verdiğiniz sözleri hatırlatıyorsa, içten bir şekilde size "iyi düşün" diyorlarsa, hani yani, resmen size yakıştıramıyolarsa, o zaman gerçekten yanınızdalar demektir. zaten, bu sebeple, böyle anları da çok yaşamazsınız.

mesela iki taraf da susarsa kimse o sözün bozulduğunu bilmeyecek olabilir, sırrınız mezara gidebilir. bunun yükünü taşımamak değil, taşıtılacak yük yaratmanızı engellemek. bence böyle. istisnalar kaideyi bozmadığından, uç olayları törpüleyelim, ben genel bir tavırdan bahsediyorum (lafı yine uzatıyorum, farkındayım, napalım. beni böyle sevin).

çünkü bence tam destek, kör destek. hani bazen insan kendine bile itiraf edemez bazı şeyleri, kaçar ya, işte o an kendiniz kadar size yakın olanlara itiraf edip, dolaylı bi şekilde kendinizle yüzleşebilmek mesele. o itiraftan sonra  kafa sallayanlar ve sevinçle el çırpanlar diyarı olmak, zor değil. karşınızda duvar gibi dikiliyorsa kişisel hafızanız olan insanlar, kendinizle yüzleşmek esas o zaman oluyor işte. benim için kıymetli olan şey bu. bunu yapabilen bir avuç insan var ki tahminen ölene kadar ne düşündüklerini önemsiycem. "elalem ne der" değil,  ayaklı birer "verdiğim sözler ve temel prensipler bankası" oldukları için.

o yüzden, çelişmek yerine gururu seçebilmek, aptal ve rahat olmaktan evladır. bence. karanlık gecelerde tavana bile yapamadığınız itirafları, gündüz gözüyle yüzünüze yavaşça çarpabilecek insanlarla olmanın mutluluğuyla ilgili bir şey. onlar için değil; ama onlar sayesinde, kendiniz için. bir zamanlar piinatcığımın çok güzel özetlediği gibi (ki şimdi kesinlikle beceremeyeceğim, o bu konuda ustadır), kendinize haksızlık yapmanıza engel olan kişilere minnettar olmakla ilgili. eğer aslında olan şey bir haksızlık değilse de, inandırmakla ilgili. gözlerini gözlerinize dikip, neyin içinize sindiğini, sinmiyorsa sorunun ne olduğunu şıp diye anlayabilenlerle ilgili.

ah, laflar birbirine dolanıyor. neyse.
 özet:
"insan aç kalınca ilk olarak prensiplerini yer" diye bir laf var ki sahiden severim; ama bence, madem prensipler yenecek, insan en azından aç kalmayı beklemeli. kendisi için.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

iyi şeyler

Ben Macahel'e hiç gitmedim ama bir gün gidebilmek istiyorum. buraları görebilmek için tek kısıtım "ben ölmeden önce" olsun istiyorum, "bu yerler öldürülmeden önce" değil. bence çok basit bi istek. derken macahel'e hes. hepimize her şeye hes zaten. inatla anlatın, kendi yalanına inanmış birini gerçek dünyaya döndürmek kadar zoru yok.

Açıklanan Bilirkişi Raporunda Dünyanın Türkiye’deki Tek Biyosfer Alanı Olan Artvin’in Borçka İlçesine Bağlı Camili Vadisinde Yapılması Planlanan HES projelerinin Kamu Yararı Başta Olmak Üzere İmar Mevzuatına, Planlama Tekniklerine ve Plan Bütünlüğüne Uygun Olmadığı Kaydedildi.

bu 12 sayfalık raporu hazırlayanlara teşekkür etmemiz gerek. o yüzden hep kötü adamları değil, biraz da kahramanları yazmak lazım. kahramanlar, tanımadığınız halde, "ben sadece işimi yaptım" diyecek kadar mütevazı olduklarını bildiklerinizden çıkar:
  • KTÜ Orman Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Cengiz Acar,
  • KTÜ Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Osman Üçüncü
  • KTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Ersin Türk

10 Ağustos 2010 Salı

fülüf

böyle "oku oku, için kanasın" haberler var; ama 1,5 ay boyunca ya iftarın geç oluşu ya da referandumdan bahsetmemiz gerektiği için pek konu edilmiyor. mesela barajlar ve mesela yaban hayatı geliştirme bölgelerinde madencilik. mesela çevre hakkı. mesela gerçekten bir hak olarak çevre; çünkü çevre kirliliği villalardan önce gecekonduları vurur, yatağı değişen dereler önce yoksulu boğar, kirlenen suları önce yoksullar içer, önce fakir çocuklar bitlenir ve önce ayakkabı alamayanların ayağında mantar olur. anlatabildim mi bilmem. doğa ne kadar adilse, doğa suçları da bir o kadar adaletsiz, bir o kadar gelir dağılımına paralel. tabii afet durumları hariç. cık aslında, o da dahil.

şu hayatta "çok karamsarım; ama yine de bir bakayım, acaba ben ne yapabilirim" diyen insanlar var ve haberleri yok, başkalarına güç veriyorlar. çelişkili değil bu, sadece bir işaret beklemeden harekete geçebilme dirayeti. geçiyorlar da. öyle işte, iyi ki varlar.

bizimkiler maaile tatildeler. webcam çok güzide bir alet, seans yapıp görüştük. bi de benim kardeşim sahiden gidiyor. yeni yeni idrak ediyorum. "vizemi aldım" diye zıpladığında, arkadaşlarına "fransada görüşürüz" dediğinde, saçlarının daha da uzadığını fark ettiğimde, aldığı battal boy bavulu gösterdiğinde içimde bir şey ağlıyor galiba. ben gülümsüyorum, çok seviniyorum; ama göz pınarı kaşındıkça sulanan bir şeydir. galiba sahiden 4 yılı yeni idrak ediyorum. yaban ellere 3 kişi gidip 2 kişi dönünce daha da idrak edicem. gitmesin değil, gitsin tabii. kendisi küçüklüğünden beri gitmeyi ama bizi götürmemeyi planlardı zaten. küçük derken,10 yaşından beri filan. öylesi normal geliyordu çocuğa, ben de sebep olmuş olabilirim.

şimdi düşündüm de, bi de bize "misafirim olursunuz, gezdiririm sizi" derdi. "biz de geliriz seninle" dediğimizde, şaşırarak "yok siz misafir olucaksınız işte"derdi. yani bize misafirliği uygun görmesine hiçbir zaman bozulmadık; aksine annejimablajım bir kız olmadığı için çok mutluyum ben.ben de öyleyim yani, mıçmıç sevmeyiz, uyuzuz ailecek. aileye düşkünlükten farklı bi şi. ayh neyse, niye izah ediyosam. yine de işte, "daha çok küçük o" krizlerimden farklı olarak, sahiden o kocaman, sahiden o gidiyor ve sahiden, artık sadece misafir olacağımız zamanlar geldi. bak yine burnumun ucu kesin kırmızı. tuhaf his be blog. niyeyse bugün çok çarptı beni. içip içip ayağı kalkınca sallanmak gibi bi şi.

 arada bi ıvır zıvır kolye yapmalar. en kolayından çuvaldızla. olmadı sil baştan. bazen kendi kendilerini yapıyolar, en güzeli o. deli pöstekim var, şu omurilik soğanı mı derler ense kökü mü, tam  o nokta ağrımasa başliycam biticek. evet başliym ben bari.

vanilyalı mum güzel şey. hep aynı anları çağırıveren bir şey. kokuyla hatırlamak, insanın koku hissine güvenebilmesi, huzurlu şey. tadım testleri, şöyle uzaktan sofraya bakıp gördüğün şeyi beğenmek de güzel. yine her bi şeyi seviyorum ben.

bir de, ben bolca link veren bi blogırım ama bazenbüyük harflerle vermek istiyorum.
rosa'yla tanışmanız için. evet mesela bu oldu. yaptım.

genel olarak fotoğrafsız, "görsel"siz blogları okumaya üşenen, itici ve yorucu bulanlar var. olabilir  tabii, ne beklediğinizle ilgili. gerçi ben nasıl kitap okuduklarına şaşıyorum arada; ama itiraf ediyorum, böyle yorumları duydukça blogumu daha çok seviyorum. itici kalabilir. tek tük bi şiler koyduğumda da istisnadan sayılsın.

kuş tüylerimi vazoya koydum. bi buket kuş tüyüm var ve hala yol sokak kuş tüyü dolu.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

8 Ağustos 2010 Pazar

cehennem hava alıyor.

anneannem öyle der. kapılarını açmışlar, havalandırıyolar. asfalteriten diye de anarız bu havayı, bodrumda mesela sahiden asfalt erir.


hanımların dikkatine! overlok makinesi ayağınıza geldi! halı, kilim, yolluk, paspas kenarına overlok çekilir! 5 dakikada yapılır, hemen teslim edilir! - her pazar bu anonsla sokağımda bir heyecan.

bu havada havuza gidersek güneş çarpmasından yığılabiliriz gibi geldi. klimalı yerler belli, sıradan tavaf. bi de ben önce food inc. üstüne de the cove izleyince, iyice bir her şeyden tiksindim bu ara. bıraksalar sadece menekşemi yiycem, en azından nerden geldiğini filan biliyorum.

kitabımı o kadar sevdim ki bitmesin diye okuyamıyorum. fena.

bu aralar, aslında manşetlerde olması gereken tek haber bence bu.

çünkü bu ülkede bir başbakan, "memur" diye hakaret edebiliyor muhalefet liderine. alay diyelim ya da, ne fark eder. muhalefet de durur mu, hooop anında cevabı yapıştırıyor. duymamazlıktan gelip, bu çukura boğazına kadar gömülmeyip, bi zahmet oy kullanacağımız 23 maddelik paketten bahsedemiyor muhalefet. bahsediyorsa da medya bu "cevaba cevap- lafa laf" halleri, karagözle hacivatlaşmayı manşet yapmayı tercih ediyor. susup, kaale bile almayıp, esas konuyu konuşmak, oltaya yeme gelmemek - olmuyor, olamıyor. bakınız kemal beyler de, o didişmenin dayanılmaz çekiciliğine, "ah nası da kodu lafı" hazırcevaplığının aldığı şak şaklanmaya yenildi. ha mucize beklediğimden değil ama bence muhalefet en bazal haliyle bu olmalı: susabilmek. konuyu sürekli sataşmayla bir lafazanlık yarışına çevirmek, tabii ki hükümetin işine gelecektir. muhalefetin ağzından çıkan kelimeleri bile belirliyor böylece. sakızını ikram ediyor, kemal bey de çiğneyip balon filan patlatıyor. konu çok farklı şeyler olmalıydı, pal sokağı çocukları misali tekerlemelerle birbirine dil çıkartmak değil. sıcakta inanın çekilmiyor. bi de bugün konu referandum değil de genel seçim olsa nolucaktı acaba? seçim otobüsünün lastiklerini patlatmak, mikrofonu fişten çekmek filan heralde bi sonraki aşama.

44 yaşında bir öğretmen, günde 40 lira için, dimdik yürüyerek girmesi gereken okulunda hamallık yapıyor.
bu sıcakta, bu berbat havada, öğretmen olduğu okulda hamallık yaparken fenalaşıp, ölüyor.
muhalefetle hükümet, feshane şenlikleri kapsamında birbirine laf atarak halkı eğlendirebilir. birileri de rica edicem şu nimet çubu.kçuyu sustursun. "seçmeseydi, yapmasaydı" demek, o seçeneklerin berbatlığını değiştirmiyor hanfendi. sizin belirlediğiniz seçenekler olduğunu da. kırk katırla kırık satır arasında tercih yaparken, zaten pek bir şey beklemiyor memurunuz, merak etmeyin. susun, yeter. sahiden.

6 Ağustos 2010 Cuma

leylak

galiba reader bana sahiden yükmüş. yani sırtımda taşıdığımdan değil de, fikren. 240 kişi takip ediyomuş, bunu bile sonradan fark ettim. havam batsın diye demiyorum, yani gerçekten, farkında değildim. kullanmıyosam yoktur gibi bi şi. hepsine özürle karışık teşekkür ederim; ama birilerinin mail kutusuna otomatik olarak düşmemek, galiba daha rahat hissettiriyor bana. daha bir tüy gibi.
hem orda birikiyosun mesela, okunmuyor, duruyor; ama düşüyorsun. belki dönüp okumak için kolaylık; ama biriken maillerin kardeşliği çok hazin bence. otomatik kampanya mailleri, online gazete özetleri gibi, hop, ben de ordayım. çok mu derinlik arıyorum, çok mu uzatıyorum bilmem; ama daha iyi hissediyorum. readerdan friendfeed'e, ordan buzz'a ordan şuraya buraya filan - ipin ucu kaçıyor,  takip edememek de ürkütücü. hem belki kötü adamlar da reader kullanıyodur? şimdi öyle değil artık. şimdi, daha bir ilk günlerdeki gibi.

*
onun dışında, adalar müzesi açıldı, ilk sergisi de burda. istanbulun güzel yanı her semtinin birbirinden bu kadar farklı, bu kadar ayrı diyarlar olması benim için. o yüzden istanbula semt müzeleri bence çok yakışır, adalar da en güzel başlangıç. bozcaada müzesi var hep aklımda, ondan sanırım. bi düşünün yani, fener-balat müzesiyle, moda-kadıköy müzesi bambaşka olmaz mıydı? anadolu kavağı müzesiyle mecidiyeköy-şişli müzesi filan? tam yeri gelmişken klasik yahya kemal alıntısı: "sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel" çünkü.  hani daha doğru düzgün il müzelerimiz yok; ama semt müzeleri de önemli. il müzesi derken, arkeoloji müzelerinden değil, şehir hayatına dair müzelerden bahsediyorum. o şehri şehir yapan şeylerden. tünel jetonu gibi. minik şeyler.

cuma günü elektrik kesilmesin nolur. madem kesilecek, gelmesin geri. o 5 saatlik bekleme halinden sonra çılgınca bir koşturmaca : beynim eriyor.

şarap tadım günleri sürüyor. fırsatlar aleminde yüzde elli kulaç kulaç. kırmızı-beyaz denince akla milli takımdan önce şarap gelenlerdenseniz, evet evet evet.

bunun dışında: kuru temizleyiciler bizi kazıklasa da anlamayız gibi geliyor bazen, bu ihtimal hoşuma gitmiyor.

dün iş çıkışında kafamı kaldırdığımda gök göçmen kuşlarla kaplıydı. turna pek kalmadığından, tahminen leyleklerdi giden. öyle ince bir sıra değil,  devasa bir sürü halinde, dakikalarca göğü kapladılar. güney afrika'ya doğru yola çıktılar sanırım. epi topu 1 dakika süresince gök mavi üzerine siyah puantiyeli bir örtü oldu. ben de herkesi dürterek "gördüm gördüm!!" diye zıplamak istedim.

sonrası: cumartesi. henüz değil; ama zaten günü 24 saate bölmek yeterince abes.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

tiktak


Sanırım dünyanın en güzel kitap ayracı benim. evet olabilir.

ofise gidiş yolumda her gün 2-3 tane tüy buluyorum böyle. tüm bir sokak boyu, hansel'in ekmek kırıntıları gibi sırayla, itinayla. gratel miydi yoksa? neyse, bu tüy dökmeler sıcaktan olsa gerek, çünkü kötü bi şi görmedim henüz. biriktirip kızılderilicilik oyniycam odamda. -cilik ekleyip oyun yapmayalı uzun zaman olmuş bu arada.

3 Ağustos 2010 Salı

çiğ armut.

öncelikle, bugün bi kez daha öğrendiklerimiz:

RSS is a bad bad thing.

benim google dışı mail hesabım, nerden aklına esmişse, kontakt listesindeki insanlara blogumun update'lerini gösteriyor. hayır, blogumla hiiiiçbir ilgisi yok! buzz denen meret gibi bir şey, bilmiyorum, bilmek istemiyorum. çok dolaylı öğrendim, her türlü ayarı sıfırladım, terler boşaldı, aklıma CV gönderdiğim yerler geldi filan. google da güvenip emanet ettiğim şeyleri kendi içinde tutsun bi zahmet. terbiyesizler.

bu sebeple: bi update etmeyin rica edicem. an be an bilmeyelim. onu ordan buna bağlamayın. sinir harbi yaşatıyosunuz.

bu sebeple, RSS feed denen naneyi kapatıyorum. bu da bilgi postu. ordan burdan takip eden insanlardan özürlerimle.

bu ne ya. yan oda da neymiş yani, sanki arsız bi ergen abim var, mahalle kahvesinde günlüğümü okuyor ahaliye. ya da altın günü, hanım teyzeler kikirdeyerek dedikodumu çeviriyor. 4,5 yıla yakın bi süre oldu. ben bu kadar ulaşılabilir olmak istemiyorum. tamam blog yazmakla çelişkili gelebilir; ama "bu kadar" dedim zaten. yoksa diğer çare blogu kapamak, taşımak filan ki bu dijital terbiyesizlerin bana bunu yaptırmasını istemiyorum: ilkeli direniş heyyoo. ne o hizmet sundu arsız. o hizmetin ta kendisiyim ben!

RSS'in sonu, ucu, bucağı yok. feed ishali yaşıyoruz. ben feedmiş, RSSmiş kullanmadığım için, işin vardığı dehşetengiz boyutları yeni anlıyorum. haliyle bu işin kurdu olan, mütemadiyen F5 kişiler isterlerse gülebilirler, buyrun. aptalım, jetonum yeni düştü. ama dilim yandı, üflüyorum. google-free yerler bile satır satır blogum doluyosa, ben bu işten iyice soğudum.

özetle: i wont feed you, dear reader. armut piş, ağzıma düş yok. bi zahmet, o armutu gerçekten istiyosanız gelip yersiniz. yoksa diğer meyveler de işinizi görecektir, eminim.


armut, bu tür şeylere alınan bir meyve değildir.
internetten artık sahiden korkuyorum sanırım. açıklayamayınca ya da.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

bu sene hiç uğurböceği görmedim.

sıcak değil nemli. böyle kandırıyorum kendimi - yağacak biticek. ağustos değil, ekim bulutu. yine de, ofiste olduğuma şükrediyosam, dışarda aklım kalmıyosa bence o hava güzeldir.

bu hafta, 2,5 yıl arayla özhakikilerin hollanda şubesinin en köklü üyesiyle nihayet kavuştuk. geçişip duruyoduk. görüşmeyeli büyümüşüz galiba, öyle bi süre olmuş. sonra daimi akrep abla yine istanbullandı, onunla da hep denize paralel gezmeceler. yurtta kalmış olmanın tadı en çok tüm ekip bir araya gelince çıkıyor.

bi de ben törenlerle ev arama turuma başladım. siftah yaptım. bi şi çıkamadı gerçi; ama olsun, bugün ve yarın ve tüm bir ağustos benim. sefere devam. elbet bulucam. orda bi yerde ve hatta sahibinden olucak blog. üstelik ben kesin orayı çok sevicem. bi tane adayım bile var ama artık, kısmet. öyle hemen olmazmış gibi geliyo.

buralara goya sergisi gelmiş miydi? bi daha gelsin ve kocaman olsun gelişi. ama böyle sırf pinturas negras değil, her şeyiyle gelsin.  portreleri de mesela. kıyas kıyas gezelim. hani "vuhuu kocaman ressamları istanbula getirdik" deyip sonra renk ustalarının renksiz gravürlerini dizmek gibi vukuatlar olmasın. elimizden geldiği kadarı da güzel tabii, arsızlık yapmiym; ama biz de kocaman, ağır, renkli, çerçeveli, ihtişamlı eserleri görmeye hak kazanalım artık. "taslaklar" güzel olsa da, bi yere kadar. sanki, bence de, evet.

o zamana kadar: 29.Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergisi.

neye niyet neye kısmet, body worlds'teydik. özet: sigara içmeyin, meyve yiyin. sürekli hareket bereket. mesele ölmemek değil, sonsuz gençlik değil; sağlık. eğrilmemek, kaslarınıza sahip çıkmak filan. kullandıkça varlar sahiden. sergi çok harika değildi. insan etkileniyor; ama daha fazla parça bekliyor. çok vurucu olabilecek bazı şeyler getirilmemiş buraya; ama olsun. her açıklamanın altında "neyse ki sağlıklı beslenerek ve düzenli spor yaparak bunu engelleyebilirsiniz" yazıyo. iç ferahlatan bi panik cümlesi resmen. sayıklayarak çıktım. sonra da sanat limanı. fotoğraflar ne güzeldi.


saç = topuz. o kadar ki açınca bile açılmıyor.

*
bdp referandumu boykota çağırıyor malum. niyeti çok iyi anlıyorum; ama basit bir kesirler ve oran hatırlatması:
diyelim ki 100 kişi oy verebiliyor. iki senaryoyla inceliyoruz:
a) geçerli oy sayısı 30. "evet" sayısı ise 20. sonuç: 20/30 = %66,6 evet.
b) ikinci örnekte ise geçerli oy sayısı 80. "evet" sayısı yine 20. sonuç: 20/80= %25 evet.

uygulamalı örneğimiz gösteriyor ki boykot etmek, evet oyuna destek veriyor.
ben demiyorum bunu yani, matematik diyor.
pay-payda meselesi: paydayı büyütmek lazım, küçültmek değil.

*

bi de son anda başlığa dönüş: bu yıl hiç uğurböceği görmedim ben. doğru düzgün arı bile yok. kelebekler üreme mevsiminde şehri bastılar, sonra kayıplar. sivrisinekleri ilaçliycaz diye tüm altıbacaklıları öldürdüklerini biri belediyelere anlatmalı. dereleri ıslah edemeyip önce lağıma, sonra bataklığa çevirmek, sonra da her dakika ilaçlamak biraz ters bi yöntem. o böcekler bize lazım.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker